Suna Doğan yazdı…
Madem gazetenin Avrupa temsilcisiyim o zaman buradan başlayalım.
Bu yazı da, gözlemlediğim ve birçok insanın yaşadığı ortak sorunları, kendim eleştiri bedelini göze alarak dile getirdim. Kültürel olarak ayıp gibi algılanacağı endişesiyle pek çok kişi bu sorunları söyleyemiyor. Biliyorum, dile getirdiğim için sert algılanıp veya sevimli olmayacağım, ama bazılarımızın bu düzene bir fiske vurup insanları sarsması gerekiyor ki hayatlar daha güzel ve keyifle yaşansın. “Ayıp yapanındır, dile getirenin değil” ilkesindeyim.
1960’lı yıllardan bu yana, Türkiye’den bin bir zorlukla Avrupa’ya gelen insanlar var. O yıllarda Sirkeci’den trene binip üç gün üç gece yolculuk yaparak Avrupa’ya ulaşıyorlardı. Kimisi bir ev, kimisi birkaç hayvan, kimisi de bir iş kurup geri dönme hayaliyle geldiler. Dil bilmiyorlardı, kimse onları anlamıyordu, onlar da kimseyi. Kimi toplama kamplarında, kimi insanlık dışı koşullarda yaşadılar ve tabiri caizse köle gibi çalıştılar. Çalıştılar ve Türkiye’ye sürekli Mark, Frank ve Dolar gönderdiler. Devlet bir yandan sıkışınca dövizlerini kullandı, diğer yandan da amcası, dayısı, teyzesi, kuzeni, eniştesi, kardeşi, anası, babası, komşusu hep para istedi. Kimisi traktör parası, kimisi ev ve arsa parası, kimisi de düğün nişan parası istedi. Elde avuçta ne varsa gönderdiler, kendileri darda kalırken aman memlekettekiler darda kalmasınlar, ayıp olmasın diyerek. Borç dediler; ama geri ödemediler. Avrupa’dakiler sanki paraları ağaç dallarından topluyorlardı.
Kimisi çocuğunu ihmal etti, kimisi memedeki çocuğunu ülkede bıraktı geldi, kimisi kendisini ihmal etti. Kimi yemedi içmedi, biraz biriktirip döneyim umuduyla yıllar yaşandı gitti. Kimi hastalandı, tedavisini erteledi. Kimi tatile bile gitmedi, biriktireyim de bu zor şartlardan kurtulup biraz rahat edeyim diye düşündü. İzin zamanlarında akrabalarına ve komşularına valizlerini hediyelerle doldurup nesiller boyu taşıdılar. Ama yaranamadılar; Türkiye’de “Almancı”, Almanya’da “yabancı” olarak dışlandılar. Hayallerindeki evi, iş yerini, hayvanları ve arsayı yakınları aldı, gurbettekilere de avuçlarını yalamak kaldı ya da umutları hep bir sonraki seneye kaldı. Zar zor birkaçı izine gittiklerinde kalacakları bir yazlık aldılar; malum, memleketteki akrabalara hediyelerini verip ihtiyaçlarını da giderdikten sonra misafirliklerinin ev sahibine fazla geldiğini fark ettiler. Dolayısıyla bari bir yazlık alalım dediler. Yazlık da olmadı; yakınları ve tanıdıkları, “Bu yaz sizin yazlıkta mı geçirsek?” dediler. Bazıları gurbetçileri adeta hizmetçi gibi kullandılar; “Ne zaman geliyorsunuz yazlığa? Biz de gelsek, hem sizi görmüş oluruz hem de tatil yaparız,” diyerek bütün yıl çalışan gurbetçilere tatillerinde de hizmet ettirdiler. Eee, ne de olsa ev sahibi gurbetçi, onlar misafir. Memlekette yatırım olsun diye ev veya daire alanların da evine, deyim yerindeyse çöktüler. “Ama boş olacağına bizim çocuk orada okuyor, ev boş kalmasın,” diyerek yavaş yavaş yerleştiler. Kira mı? Olur mu koskoca Alamancısın, ayıp değil mi kira almak?
Bu sömürü 1960’lardan 2024’e kadar hiç değişmedi. Bugün de aynı, sadece daha da arttı. Çoğu memur oldu veya bir şekilde yeşil, sarı, kırmızı her renkten pasaport ve vize aldılar. “Avrupa’da tatil daha ucuz, ya da özledik” deyip atlayıp geldiler. Nereye mi? Otele değil herhalde. Herkes bir arkadaş, uzaktan da olsa bir akraba veya tanıdık evi – tam hizmet, mecazi “otel” buldu. Sanki Avrupa kampanya başlatmıştı, sadece uçak biletini al gel, gerisi bedava hizmet sezonunu açmış oldu. Tabii ki ucuz, ev bedava, hizmet, gezdirme bedava, geri dönerken hediyeler bedava; daha ne olsun, tabii ki Türkiye’den daha ucuz Avrupa. Almanya veya Avrupa’daki insanlar ise misafirlerini ağırlamak için, işlerinden izin aldılar ya da yorgun yorgun işe gittiler. Ne de olsa misafirler gelmiş, tam takım hizmet vermek lazım. İş yerleriyle veya nerede ne işte çalışıyorlarsa sorun yaşadılar, ilişkileri, konsantrasyonları bozuldu. Evde eşiyle ve çocuklarıyla misafir ağırlayacağız diye tıkış tıkış gerildiler, kırıldılar, araları bozuldu. Türkiye’den gelenler, Avrupa’yı, tıpkı Türkiye’deki kentleri köy haline dönüştürdükleri gibi, köy sanarak ve öyle davrandılar. Bir dairede 7-8, bazen de 10 kişi kaldılar. Bu ülkelerde binalarda ve dairelerde kalabalık istenmez; sığmazsınız da. Hatta kira kontratlarında sorarlar: “Kaç kişi kalacaksınız? Geleniniz gideniniz çok mu?” Gelen misafirler geldikleri yere uyacakları yerde, orayı kendilerine göre uydurmaya çalışırlar. Bağırarak ve ellerini masaya vurarak konuşurlar. Ayakkabılarını cami kapısına çıkarır gibi kapı önlerine çıkarıp hem merdiveni kapatıp hem de görüntü çirkinliği verir, kapıları çarparak girip çıktıkları için komşularla da sorun yaşar ev sahibi ama misafire çaktırmaz. Çoğu zaman komşular polis de çağırır çok gürültü var çok kalabalık diye. Hatta birçok insan, misafirler gittikten sonra ya uyarı mektubu alır ya da evden atılır veya işten ayrılmak zorunda kalır. Hatta çocuklarıyla ve eşleriyle bile araları açılıp ayrılanlar olur çünkü ağır gelir. Akşama kadar 7/24 hizmet, bir de çalışıyorsa bu kişiler.
Bu kadar ağır bedeller ödettiler memlekettekiler. Öyle ki bir zamanların politikacısı Bülent Ecevit, “Yurtdışındaki işçilerimiz barakalarda yaşıyorlar; oralarda paraya ihtiyaçları yok, birikimlerini Türkiye’ye göndersinler.” diyerek, insanların kölelik şartları altında yaşamalarını ve onlara insan değil sadece para makinası gözüyle bakıldığının bir kanıtı olan açıklamayı yapmıştır. Aslında Avrupa’ya gittin mi kurtuldun olmuyor çünkü kurtulamıyorsun. Buna rağmen hala “Hahaha, Avrupa’daki Türkiyeliler cahiller, gelip hava atıyorlar,” ya da “Burada neden oy kullanıyorlar,” diyorlar.
“Ve öyle ki insanların yüzüne hiç çekinmeden sıkılmadan hakarete varacak sözler söylüyorlar, örneğin ‘şanslı köpekler’ gibi.”
Hiç bitmeyen isteklerine karşılık vermediyseniz de, “Aaaa, havalara girmiş, bize surat yapıyor,” diyorlar. “Ya da yeni nesil geldiklerinde, burada ki insanları ve yaşamlarını beğenmeyip ‘Aaaa, bir temizlikçi çağır ayol, temizliğide mi sen yapıyorsun, benim kadın her hafta gelir temizliğe’ havalarıyla insanları eziyorlar bir de.”Kendilerinin bu insanların yıllarca canlarını okuduklarını hiç düşünmeden hemde.