Suna Doğan yazdı…
Uzun süre, derinlemesine ve yakından takip ettiğim Narin olayı doğrusu psikolojimizi etkiledi: Günlerce, haftalarca Narin’in haberlerini izledim ve dinledim, gerçeği tüm ayrıntılarıyla öğrenmeye çalıştım. Her haberi didik didik ettim ve sonrasında içime kapandım. Bir gece yarısı bir kabusla uyanıp kendime sordum: Neden bu kadar çok ilgilenmiştim?
Daha önce dünyanın dört bir yanından birçok çocuk istismarı, kaybolan ya da ölen çocuk haberleri duydum ve bunlardan çok etkilenmiştim. Ancak Narin’in hikayesi bende farklı bir etki yarattı. Bu olayın bir derinliği veya başka bir yönü vardı. Gördüğüm kadarıyla pek çok kadın, genç kız ve çocuk da bu olaydan fazlasıyla etkilenmişti.
Bu olayda tek fark, köyün tamamının susmasıydı. Bu, bize köyün bazılarının bu katliama bizzat iştirak ettiğini gösteriyordu, ve bir çok şeyi hatırlattı. Çünkü susmak bile bir iştiraktir. Bu olay, bizi kendi çocukluğumuza ve içinde bulunduğumuz pek çok bunalımın ve problemin kaynağına götürdü.
Ben o coğrafya olarak Narin’in bölgesinde doğmadım ama ne fark ederki? Ülkenin tam ortasında kıyısında yada diğer ucunda farketmeksizin aynı suskunluğun ve aynı zihniyetin kurbanları değil miyiz?
Benim içinse bu, doğrudan çocukluğuma geri dönmek anlamına geliyordu. Aynı şekilde olmasa da annemin çocukluğunu da ellerinden almışlardı. Bir köy, ona yapılan zulme de bizzat iştirak etmişti. Akrabalar susmuş, sağır ve kör olmuşlardı. Bu vahşete katılmayan birkaç kişi bile sessiz kalmayı tercih etmişti çocukluğu katledildiğinde.
Biz çocukları da sanki onun kaderinin bir uzantısıydık. Kendi çocukluğumda, içine doğduğum toplumdan ve yedi yaşıma kadar yaşadığım köyden hep korkmuştum. “Annenin kaderi, kızının çeyizidir” derler. Ben de, bu ülkenin pek çok kız çocuğu gibi, olumsuz deneyimlere maruz kalmış ve tanık olmuştum; herkes susuyordu. Belki de bu yüzden, susan ve çok sesi çıkan insanlardan hep ürkmüşümdür. Çünkü hem çok susanlar hem de çok bağıranlar bu durumlarda suçludur. O yüzden ya çığırtkanlıkla suçlarını bastırırlar yada susar üç maymunu oynarlar.
Çocuklara, kadınlara, masumlara karşı işlenen suçlara, devletin kendisi de dahil olmuştur; korumayarak ve suçluları resmen ödüllendirerek. Çocuk ve kadın olarak annemin yaşadıkları, birçok annenin yaşadıklarına benzerdi, hem de benim yaşadıklarım, pek çok çocuğun yaşadıklarından farklı değildi. Ülkenin kadınlarının ve çocuklarının kaderine dönüşen bu ilkellik, her çocuğun ve her kadının yaşadığı zulüm, vahşet ve katliam basbayağı ve tamamen POLİTİKTİR. Devlet, bu suçlara kendi inşa ettiği ve yarattığı halkıyla birlikte ortak olmuştur. Herkes bu suçun bir parçasıdır. Ahlak, adeta pazara çıkarılmış; namussuzluğun pazarında ahlak satılmaktadır. İnsanlığın iflas ettiği dipsiz kuyularda insanlık aranmaktadır. Biz, bu sessizliği, üç maymunu oynayanları iyi tanıyoruz. Bir kişi karar verir, herkes itaat eder.
Bu toplum, doğusu, batısı, ortası, kıyısı fark etmeksizin, hafızasındaki ağa-maraba kodlarından kurtulamayan bir toplumdur. Emreden ile İtaat eden. Bazı kesimler, din tüccarlığı yaparak karanlık ve ilkel yobazlığı dayatarak, diğer bazı kesimlerde sadece sözde modern görünümlerle karanlık milliyetçi ulusalcılık ve faşizm arasında maskelenmiş bir biçimde yaşamaya devam ederek.
Bu hikâyede sadece Narin ölmedi; çok uzun zamandır kaybettiğimiz zaten ölmüş olan insanlığı ve üzerimizdeki karabasanı tekrar hatırlattı.
Nice çocuklar, gençler, kadınlar ve erkekler suçsuz yere katledildi ve vahşice zulümlere maruz kaldı. Ancak tüm ülke sustu; dünya da duydu ama dünya da sessiz kaldı. Zalimler bu suskunluktan cesaret aldı ve daha da artırdı zulmü. İnsanlık, defalarca bu vahşetlerle sınandı. Devlet eliyle de gerçekleştirilen bu eylemler de insanların evlatları torbalara konulup ailelerine teslim edildi. Ve Narinler’in cansız bedenleri derin dondurucuda saklandı. Çocuklar sokak ortasında tomaların altında kaldı, 12 yaşında 12 kurşunla öldürüldü bir çocuk. Bir annenin cansız bedeni sokak ortasında çocuklarının gözleri önünde günlerce kaldı; ölü kadın bedenleri çırılçıplak sergilendi, toplumda korku yaratmak amacıyla teşhir edildi. Gücümüzü herkes görsün ve korksun diye yapıldı, topluma korku salmak amacı güdüldü.
Oysa derin dondurucuda donan Narinler değil, yerde yatan bir annenin bedeni değil, sürüklenen ve elleri bağlı olan sadece insanlık ve vicdandı. Maden faciasında tekmelenen haktı, toz ve is içinde tertemiz alın teriydi fakirin sofradaki ekmeği ve vicdanımızdı, bir anne ve babaya kargoyla gönderilen paketteki oğlunun kemikleri değil, devletin adaletsizliği ve karanlık elleriydi, toplumun ise susan uyuşmuş ve terazisi kaymış vicdanıydı, bir başka babanın sırtında çuvalla taşıdığı çocuğunun cesedi değildi, toplumunun, ve hatta dünyanın adaletsizliği, vicdansızlığı iki yüzlülüğüydü. Bu topraklar torba torba nice cesetler, ama en çok da nice gerçekten ceset olan vicdanlar gömdü.
Bu vahşet, Orta Çağ yöntemleriyle yaşatıldı. Üstelik hiç bir şey yapmamış sadece onurluca ve insanca yaşamaya çalışan insanlara yapıldı; bir insan suçlu olsa bile, bu uygulama ne bu çağa ne de insan onuruna yakışırdı. Gezi olaylarında, madenlerin altında zifiri karanlıkta, Gar katliamın’da yaşananlarda, Suruç’ta, Mezopotamya’da yaşanan zulümler de ve deprem enkazlarının altında insanlık kaybetti. Doğa talanında kaybetti ve bir ülke vicdanını yitirdi. Toplum, elbirliğiyle ülkeyi Orta Çağ’a teslim etti. Batı’dan Doğu’ya herkes gözlerini, kulaklarını ve vicdanlarını kapattığında, ülke karanlığa sürüklendi.
Zulüm ve suskunluk içimize işledi. Bu zulüm, senin, benim ve diğerlerinin birbirine düşman olarak görülmesi ve ötekileştirilmesiyle başladı. Hepimizin insan olduğunu ve aynı coğrafyada, aynı dünyada aynı haklara sahip olduğumuzu unuttuğumuzda, birbirimizin varlığına saygı duymadığımızda; herkesin tek tipleşme hastalığına kapılarak, diğerinin varlığını kendi varlığına armağan etmesini dayatmaya başladığımızda diğerinin farklılığını reddinde ve hatta katlinde başladı.
Adaletsizlik ve acı doğu’da olduğu için Batı sustu; Batı’da olduğu için Doğu’nun sesi çıkmaya çalışsa da ya susturuldu ya da cılız kaldı. Çünkü Doğu, kendisine uygulanan ayrımcılık ve zulümle meşguldü. Her suskunlukta zulmedenler biraz daha güçlendi, cesaretlendi ve tehlike daha da yaklaştı. Yada, aslında hep içimizdeydiler, sustuğumuz her yerde.
Hiç kimse kem küm etmesin; hepimiz, yani insanlık, çok önceden o torbaların içindeydik: Vicdanımız, ahlakımız, insanlığımız… Bizden değilse hiç ilgilenmedik, hatta bazılarımız içten içe sevindi. Oysa kendi vicdanımız, geleceğimiz, çocuklarımız o torbaların içindeydi; o bedenlerle birlikte ölmüştü. Umutlarımız, hayallerimiz, neşemiz de o canlarla birlikte toprağa gömülüyordu.
Şimdi insanlık arıyoruz; insanın kalmadığı bir yerde…