Sarı Saltık
XIII. yüzyılda yani 1200’lü yıllarda yaşamış, muhtemelen 1263 yılında Balkanlar’a yani Rumeli’ye geçen, 1293’de Hakk’a nail olduğuna inanılan, Anadolu’nun ve Rumeli’nin tarihe en derin bir şekilde izler bırakmış ulu erenlerinden birisi de Sarı Saltık’tır.
Onun; Aleviler – Bektaşiler arasındaki yaygın inanca göre; Hacı Bektaş Veli’nin, “biz seni Rumeli’ye (Rum Eli’ne) saldık, orada bizim yolumuzu, erkânımızı süresin, oradakileri gönlünle fethedesin” sözleriyle sırtını sıvazlayıp, “safa nazar kıldıktan”, hayır duada bulunduktan sonra, Anadolu’dan Rumeli’ye aynen kendisinin Anadolu’ya güvercin donunda geldiği gibi, mana gücüyle gönderilen bir barış elçisi olduğuna inanılmaktadır.
Sarı Saltık’la ilgili; Ahmet Yaşar Ocak, Şükrü Haluk Akalın gibi bazı isimlerin bilimsel çalışmalarla ortaya koyduğu bazı gerçekler yanında, menkıbeler içinde, bazen tümüyle uydurma, akıl almaz şekilde başka tarihi şahıslarla ilişkilendirenlere kadar piyasada yüzlerce yazı, birçok da kitap bulunmaktadır.
Nihayetinde her ne kadar tarihsel bazı verilerle de örtüşüp, “alp eren” kimliğinde bir öncü isim olsa da ki, belli bir siyasi eğilime- inanca sahip insanlar Sarı Saltık’tan Balkanlar’ı kılıcıyla Müslümanlaştıran bir savaşçı kahraman Türk mücahidi simgesi çıkarmışlardır, bu tarihi çarpıtmaktan başka bir şey değildir.
Uzmanı olmadığım bir alan ve zaten haddimizi bildiğimiz için, kesin analizlerde bulunacak bir alanda ahkâm kesen birisi gibi davranamayacağımız için, bu konuda da derin konulara giremeyeceğim. (Kendileri masa üstünde her konuyu bilen birileri, benim analiz yapma kabiliyetim olmadığı için, bir yazar olmadığımı da söyleyebilirler, ne gam!)
Bilimsel çalışmalarla onun hem tarihi, hem de çok geniş coğrafyalar üzerinden yapılacak araştırmalarla söylencesel kimliği elbette ortaya konulacaktır.
Yalnız; Alevi – Bektaşi toplumu içinde; “alp – eren” kimliğinden ziyade “sohbet ve muhabbetleriyle”, üstün mahir yetenekleriyle, bir dede, bir baba, bir eren, Hacı Bektaş Veli gibi bir büyük pirden himmet alması dolayısıyla gösterdiği kerametlerle; insanlığın “bin bir donunda’ görünen Sarı Saltık, aynı zamanda bir halk önderi olarak da kabul edilmektedir.
Alevi – Bektaşi düşünce dünyasında O, sıra dışı bir yol ulusu, sadece kendi başına hareket eden, derviş nitelikli bir eren değil, mücadeleci, sürekli hareket eden, devamlı mucizeler (kerametler) göstere göstere binlerce darda olan cana yardımcı olandır. Her ne kadar Hızır’ı zaman zaman çağırsa ya da Hızır onun yardımına ulaşsa da, kendisi yer yer Hızır gibi aynı anda çok uzak diyarlarda müşkül halde bulunanlara ulaşan, dertlere derman olan, zalimin karşısına kılıçla çıkan, yüzerek nice deryaları aşan, yedi başlı ejderhayı yenen, “kafir -küffar” kralın kızını kurtarıp sağ salim krala teslim eden, muhipleriyle, yarenleriyle, dervişleriyle nice nice tekkeler kuran, tam anlamıyla gezgin, Hıristiyan dinini çok çok iyi bilen, dört kutsal kitabı ezbere okuyan, “mantıkdan mana veren”, konuşmaları ve öngörüleriyle halkı ikna eden, halkı kendine hayran eden, kimi yerde çoluğu çocuğuyla döl alıp evlatlarıyla hala hayatta olan, Balkanlar’da tüm hayatını Hakk, halk ve adalet için savaşlarla, mücadelelerle geçiren, hiçbir kılıcın kendisine işlemediği ululardan ulu, gönüllerde yer etmiş bir ölümsüz cengaverdir.
Halktır bu, sevdiğini her daim yaşatır yüzyıllar boyunca, onu zaman zaman kılıktan kılığa sokar ama her daim belleğinin içinde onu çerağları yanan ibadet kürsüsünde baş tacı eder.
İşte Sarı Saltık da nihayetinde her gittiği yerde çerağlarını yakmış, gönüllere ölmez, yenilmez bir er olarak yerleşmiş, kurduğu yoldaki sevgi pınarından bal damlamaya devam eden aynı zamanda bir halk kahramanıdır.
O sonsuz bir muhabbet meydanı kurmuş, “ocak – tekke – dergâh- zaviye” dediğimiz gerçeklikle yaşamını sürdürmüş, en son vasiyeti gereği de “çerağının yanmaya devam ettiği”, yani Hakk nefeslerinin söylenmeye devam ettiği yine kendisinin kurduğu dergâhında, Romanya Babadağ’daki mekanında – makamında sonsuza kadar bir “sır olmuştur”.
Ama o zamana kadar nice nice zalim küffar krallarla savaşmış, kâh cinlere, kâh devlere karşı mücadele vermiştir. Hatta hatta çoğu insanın bilmediği şekliyle tüm Anadolu’da, tüm Balkanlar’da, Arabistan’a, Çin’e, Kırım’a kadar giden istisnasız Alevi – Bektaşi kimlikli en meşhur Türk “masal – menkıbe – inanç önderi – alp / eren” kahramanı olmuştur. Bu bir abartı değildir.
1453’de İstanbul’un Türkler tarafından alınışını yapan Fatih Sultan Mehmet’in bir sefere çıkması dolayısıyla oğlu Şehzade Cem’i Edirne’ye göndermesiyle birlikte belki de onunla ilgili bilgileri daha fazla elde etmemizi sağlayan bir çalışmaya da sahip olmuş olduk. Cem Sultan halkın hafızasında, ruhunda, sözlerinde çok ama çok canlı bir şekilde yaşayan Sarı Saltık Efsanesini derlemesi için yanında bulunan Ebü’l Hayr-ı Rumi isimli bir kişiye bir görev vermiş. O da yedi yılda halk arasında dolaşarak Sarı Saltık anlatılarını, efsanelerini, masallarını, menkıbelerini derleyip toparlamış, sonuçta da; Saltukname isimli ölümsüz bir eser meydana getirmiştir. İşte çok hacimli ve elbette ki farklı anlatıların da karıştığı bu eser Sarı Saltık’ı anlamak için bir veri kaynağı teşkil ediyor. Ama elbette bu bir derleme kitaptır. Nasıl ki, birçok eser sonradan derlendiyse, hatta Alevi- Bektaşi toplumunun öncü isimlerinden Hacı Bektaş Veli adına yazılan Velayetname de, Uzun Firdevs isimli birisi tarafından Hacı Bektaş Veli’nin Hakk’a nail olmasından yaklaşık iki yüz yıl sonra derlenmişse, aynen onun gibi Saltukname de, Sarı Saltık’tun ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra derlenmiştir. Üstelik bu eser muhteva bakımından da çok farklıdır. Geniş coğrafyalar cereyan eden tarihi savaşlar, destanlar, efsaneler, inanç konuları, kahramanlıklar, birbirinden çok kopuk öyküler gibi birçok konunun iç içe geçtiği Saltukname farklı bir kitaptır.
Türkiye’de bir ocak merkezi olarak Tunceli Hozat’taki türbesinin dışında Anadolu’nun birçok farklı yerinde bu arada bizzat gidip gördüğümüz gibi Babaeski’de, İstanbul Rumelifeneri’nde türbeleri (makamları) bulunan Sarı Saltık’ın Balkanlar’da ise yirmiden fazla yerde türbesi (makamı) vardır.
Şahsen; asıl türbesinin olduğu söylenen Romanya Babadağ’daki, Bulgaristan Varna yakınlarındaki Kaliagra, Makedonya Ohri’deki Sveti Naum Manastırı içindeki, Arnavutluk Kruya kentinde bir dağdaki, Kosova İpek şehri yakınlarında bir köydeki, Bosna Mostar Blagay’daki türbe ve makamlarını gördüğüm Sarı Saltık’ın bunlar dışında da birçok yerde türbesinin (makamını) olduğunu duyduk, okuduk.
İnanışa göre yüz yıl ömür sürüp, sonuçta bu dünyadan göçeceğini anladığında çok sevildiğini bildiği ülke krallarının gelip kendi cenazesini alacağını düşünüp bazıların göre 7, bazıların göre 12, bazılarına göreyse 30 farklı tabut yaptıran, Sarı Saltık son anda da herkesin gönlünü yapmasını bilerek büyük bir ders vermiştir. Sonunda ise; çerağının yandığı yani dergâhının olduğu Romanya Babadağ’da toprak anaya “sır”, inananlara, onu her daim dillerinde, gönüllerinde yaşatanlara ise sonsuza kadar bir kılavuz, bir meşale olmuştur.
Can dostlar; Sarı Saltık ve Sarı Saltıklar bugün de halen yaşamaktadırlar.
Evet, evet o nice nice öncü, ulu, hafızalara, tarihe, kültürümüze derin bir şekilde kazınmış yüzlerce ölümsüz sima gibi Sarı Saltık da hala aramızda yaşamaktadır.
Sevgili dostlar;
Onun çok büyük coğrafyalarda, farklı kültür katmanlarımda, ona inanan her toplumun arasında farklı farklı bir kimlikle yaşaması bir şey ifade etmez.
O, “saz çalınır akşamları cem olur / gönlüm terazisi yıkılır gider” denilen Dersim coğrafyasında, onun soyundan geldiğine inanan, onun adına cemler yürüten, deyişler, düvazlar söyleyen Anadolu Alevi halk toplulukları içinde, onun soyundan geldiğini söyleyen dedelerde, onun adına saz çalan zakirlerde, adak adanan, kurbanlar kesilen, lokmalar sunulan tüm makamlarda, yani Anadolu’nun birçok yerinde halen cap canlı yaşadığı gibi, tüm Balkanlar’da da bugün de yaşamaktadır.
Ama Balkanlar’da yaşayan Sarı Saltık; elbette çok daha farklı bir kültür motifi olarak varlığını sürdürmekte, yerli dinlerin, inançların, efsanelerin de karışımıyla, bir “kültür ve dinler karması” temel bir sembol olarak varlığını devam ettirmektedir.
Elbette zaman zaman; çelik zırhı, miğferi, kılıç veya uzun mızrağıyla yiğit bir atın üstünde, yenilmez bir şövalye, insanları kendi inancına – dinine çağıran ve sürekli vaazlar veren bir misyoner, kiliseler de herkesi derinden etkileyen hatip bir rahip, çocukların gözünde “zalim kral, kont, soylu”lardan zaten halkın olan türlü ganimetleri zorla alıp yine fakir halka dağıtan Robin Hood gibi bir halk kahramanı olarak da yaşamaktadır.
Yine Balkanlar’da Müslüman, Türk veya Arnavut Alevi- Bektaşi, Sünni toplumun gönlünde de Sarı Saltık, İslam’ı en güzel şekilde Hz. Peygamber Efendimizin yaşadığı şekilde, adaletle, kin ve nefreti yok eden, “dört kitabın manasını bilen”, sesli Kuran olup Hıristiyanlar’ı derin bir cezmeye düşürüp onları Müslüman eden bir İslam misyoneri olarak da yaşamaktadır.
Bektaşiler ise; onun bir “baba” olduğuna, meydanlar açtığına, cem yaptığına, tekkelerinde çerağlarını dualadığına, deminde, devranın da, sofrasında tuzu ve muhabbetiyle bir Yol önderi olduğuna inanmaktadırlar.
Sarı Saltık deyince; masallar, efsaneler, menkıbeler, muhabbetler birbirine karışmaktadır.
Sarı Saltık, çok geniş coğrafyalarda; Alevi – Bektaşi Müslüman halk kesiminin gönlünde, Kah Zaloğlu Rüstem, kah İmam Hüseyin’in öcünü alan ölümsüz bir ruh Eba Müslim Horasani / Teberdar, kah Beyazıd-ı Bestami, kah öğütler veren, Koca Ahmet Yesevi’nin hikmetlerini söyleyen bir Hace, yani ulu bir kişi, kah Dedem Korkut, kah Yunus Emre gibi dilde dilekleri gönülde muratları hâsıl eden bir büyük ozan, bir şaman, bir ermiş kişi olmaktadır.
Kim bilir tarihte yine birilerinin gönlünde; Sarı Saltık aynı zamanda çığlıkları vadilerde yankılanmaya devam eden, inançlarından dolayı diri diri yakılan on binlerce Bogomil’in de öcünü alan, haksızların bağrını ezen, mazlumların yegane umudu, gözlerinin yaşını silen, geleceklerinin ışığı, hanların, ağaların, derebeylerinin korkulu rüyasıdır.
Derbentler yapsa da, Şatolar, Kaleler kursa da; kimse önü alınamaz bir sel gibi, bir ateş gibi, volkan gibi akıp giden Sarı Saltık ve onun gibilerin akışının çağıltısını durduramaz…
Onlar hareket edince; dağlar iniler, vadilerde sesler yankılanır…
Ama ille de, ille de, bir haksızlık yapan varsa, kim olursa olsun, Sarı Saltık/Sarı Saltıklar çağırılır, o tez zamanda yetişir Boz Atlı Hızır gibi, Hızır Aleyhisellam gibi…
Altay Dağları’ndan, Horasan Yurdu’na, Tebriz’deki Ulu Dergâha, Dersim’de Düzgün Baba’dan, Romanya Babadağ’a, Bosna Mostar’da Blagay Buna Irmağı’nın çıktığı gözeye bir kervanımız gider bizim…
Sevgili Dostlar;
Sarı Saltık ölmez, durmaz, tükenmez, ölümsüz bir isimdir…
O bir büyük inancın, kültürün, Yolun bir büyük neferidir…
O da nihayetinde Onun gibi nice nice ulularla birlikte anlam kazınır, bir bütünde buluşur…
Bu erenlerin kurduğu Erenler Katarına katılanların yoğrulduğu, var olduğu, bir büyük Yol, bir büyük Öğretidir… Devamlı, devamlı kendini yeniler, ezelden ebede, akıp gider kainat var olduğunca…
Alevi/Bektaşi İnanç Önderleri aynen Sarı Saltık gibi, kendi yollarını aydınlatan ölümsüz simalardır…
Ulu bir davada Ehlibeyt’te, On İki İmamlar’da, Velayetin kurucusu Allah’ın Arslanı, yiğitlik ve adalet timsali Hz. Ali’den, inandığı değerler uğruna en çok sevdiklerini canını ve kendi varlığını feda eden Şehitler Serdarı İmam Hüseyin’den alınan feyzle çıkalan bu yolda nice nice, yüzlerce belki binlerce ulu eren, öncü yer almıştır…
Ebu Müslim-i Horasani (ö. 755), Beyazıd-ı Bestami (ö. Yaklaşık 875) Cüneyd-i Bağdadi (ö. 910), Hallacı Mansur (ö. 922), Koca Ahmet Yesevi (ö. 1167), Ebul Vefa (Tacu’l-Arifin Seyyid Ebü’l-Vefa Bağdadi) (ö. 1107), Dede Garkin, Haydariliğin kurucusu Kutbeddin Haydar (ö. 1221), Kalenderiliğin kurucusu Cemalü’d-Din Savi (ö. 1232/33), Şıhabeddin es Sühreverdi (ö. 1234), Baba İlyas (ö. 1240), Baba İshak (ö. 1240), Muhyiddin İbnü’l Arabi (ö. 1241), Ahi Evran (ö. 1261), Hacı Bektaş Veli (ö. 1270), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 1273), Sarı Saltık (ö. 1293), Barak Baba (ö. 1307), Tabduk Emre, Yunus Emre (1320), Şeyh Edebali (1326), Abdal Musa, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Postinpuş Baba, Şeyh Mehmed Küşteri (I. Murat Dönemi (1362/1389), Seyyid Ali Sultan (ö. 1402), İmameddin Nesimi (ö. 1408), Şeyh Bedreddin (ö. 1416), Kaygusuz Abdal (ö. 1424) Hacı Bayramı Veli (ö. 1429), Otman Baba (ö. 1478/79), Şah İsmail gibi aynı zamanda bir kısmı için İslam tasavvufunun da temel taşları diyebileceğimiz insanların görüş ve düşüncelerinden de etkilenerek, onların fikirlerini de benimseyerek inanç ve ibadet sistemlerini oluşturmuşlardır.
Tarihler boyunca dergâhlar, tekkeler, ocaklar, cemevleri Alevi/Bektaşi inancının da hem merkezleri, hem de bu inancın yayıldığı mekânlar olmuşlardır.
Pirim Hünkâr Hacı Bektaş Veli’de ocaklar yanmış, kinler- kibirler yok olmuş, gönüller birlenmiş; Anadolu bir harman yeri olmuştur.
İşte sevgili dostlar;
Abdal Musalarla, Mısır’da Kaygusuz Abdallar’la, Baba Mansurlarla, Ağu içenlerle, Kureyş Babalarla, Şahkulu Sultan, Karacaahmet, Eryak Baba, Veli Babalarla, Süceattin Veli’lerle, Sinemiller, Cemal Abdallarla, Seyyid Ali Sultan, Otman Baba, Demir Baba, Sersem Ali – Harabati, Hıdır Babalarla, Dikmen Dedelerle, Budapeşte’de Gülbaba’ya kadar binlerce yol ulusunun, pirininin, mürşidinin, ozanının içinde olduğu bitip tükenmeden giden bir büyük hazimeniz bir ulu kervanımız vardır bizi…
Yine Balkanlar’dan bir büyük Alevi – Bektaşi ozanı Virani bizim için söylemiş…
Bir Ulu Şehide tellalığım var
Ben tellalım pazar başım Ali’dir
Eksik alıp artık satsam yine kar
Ben tellalım pazar başım Ali’dir
Irıza malıdır alıp sattığım
Üçler, Beşler, Kırklar Pazar ettiğim
İmam Cafer’den dükkânı tuttuğum
Ben tellalım pazar başım Ali’dir
Virani’yem hem dem Hakk’a yeterim
Tellal oldum şu Âlemi gezerim
Kudretten dükkânım kendi pazarım
Ben tellalım pazar başım Ali’dir
Hakk Muhammed Ali diye sazların çaldığı, deyişlerin söylendiği, bir dostluk kervanıdır bu kervan…
Sonra durmaz, durdurulamaz bu ulu kervan bir yürüyüş eyler; Makedonya Ohri’ye de varır, Arnavutluk Kuruya’ya da çıkar, işte Bosna – Hersek’de Mostar Blagay’a bir dağ eteğindeki gözeden su da içer…
Dağdan dağa, ovadan ovaya, ormandan ormana, su gözelerine oradan da insanlığın doruklarına ulaşır Alevi Bektaşi Yolu’nun Rehberleri…
Sarı Saltık üstüne ne dense azdır.
Yirmi yılda Balkanlar’da en geniş coğrafyalarda türbesini gezdiğim, açıkçası özel olarak sözlü bir derleme yapmasam da, isminin çok ama çok iyi bilindiğini, gönüllerde yer ettiğini gördüğüm Sarı Saltık’ın tarihini, inancını da, kültürünü de onun içinden çıktığı Alevi- Bektaşi toplumunun bir ferdinin yazması gerekir.
Bunu yazacak insanlar çıkarmamak da, bu toplumun affedilmez bir eksiği, bu kurumların ihmal edilmez bir görevleridir.
Muhabbet ehline saygı, sevgi ve aşkla…
Ayhan Aydın