Hayat bir kelebeğin kanat çırpışının etkisindedir.
Bugün siz değerli okuyuculara Maviş kızın hikayesini yazacağım, 21. Yüzyılda olmamıza rağmen hala çocuk gelinlerin olmasına atfen…
Bazen hayat, depremdeki bir fay hattı gibi en beklenmedik yerlerden kırılır ve sizi tüm köklerinizden koparır. 5 yaşında annesini kaybettmiş bir kız çocuğunun yaşadığı kırılma gibi. Bir yetişkinin bile bir süre hayattan kopuk hissetmesine neden olan bu kayıp, henüz bilincinde olmayan bir çocuk için çoğu kez ölüm demektir.
Psikolojik olarak 5, 6 yasindaki bir cocuk annesinin öldügünü anlasa da, geri gelecegine inanir ve oynamaya devam eder. Günler haftalar geçtikçe annenin geri dönmeyişi, yokluğunu derinden hissettirir ve bir daha göremeyeceği korkusuyla baş edemez. Biraz daha büyür ve annesini yine de bekler. Başka bir kadinin (üvey anne) annesinin yerine gelmesi ve bu kadinin ona kötü davranmasiyla birlikte hayatla bağı işte o zaman tamamen kopar,çünkü kimse onu artık koruyamaz ve kimsesizliğini o an idrak eder. Bütün hayatı artık bu kadinin merhametine ve vicdanına bağlıydır…
Vicdan mı? Öyle bir şey yoktu elbette. Bu kücük kiz cocugu fazlalikti ve bir eşya gibi basindan atılmasi gerekiyordu. Üvey anne ne yapıp edip bu öksüz kiz cocugunu atmanin bir yolunu bulmustu. Gelin verecekti onu!
Daha çocuklugunun bile farkina varamadan 12 yaşında nasıl gelin olabilirdi ki bir çocuk?
Başına ne geleceğinin farkinda bile degildi. Karar çıkmıştı. Üvey anne babasının başının etini yemiş, hatta bu çocuklar evden gitmezse kendisinin gideceği tehdidini bile savurmuştu. Baba “çaresizdi”. Sonunda onu gözden çıkarmıştı, onu satmışlardı, ve birileri de satın almıştı, tıpkı bir eşya gibi. Bir gün evlerinin arkasındaki çalılıklarda oynarken, biri gelip onu omzuna attigi gibi (zaten bakımsızlıktan bir kuş kadar cani vardı ) bir atın sırtında kasabaya getirir, ordan da dolmuş ile başka şehrin yakınında bir köye. Tanımadığı yaşlı bir adama “koca” evine “gelin” olarak getirilmişti. Korkudan titriyordu, ve şaşkınlıktan, çaresizlikten yorgunluktan ayakta duracak hali kalmamıştı. Aynı zamanda kışın ortasıydı, eski ve yırtık incecik entarisi ve ayağındaki lastik ayakkabısıda da su almıştı. soğuktan üşüyordu, her şey birbirine karışmıştı, kapının arkasında gösterdikleri yerde kıpırdamadan ayakta bekliyordu. Sadece titriyordu o bomcuk mavisi gözleri ağlamaktan şişmişti.
Çocuk gelinin çilesi henüz yeni başlamıştı. Bu coğrafyada “evlendikten” sonra “kocanın” statüsü ve davranışları kadının tüm hayatını ve hatta çocuklarının geleceğini, kaderlerini çok etkiliyordu. “koca” çok önemliydi ve çok önemlidirde. Çünkü kadının bir hükmü olmadigindan, erkeğin malidir. Sahip ne kadar güçlüyse köle de okadar değer görür toplumun deger pazarinda. Ne yazık ki toplumun her kesiminde geçerlidir bu anlayis.
Kısaca, kadının ederi kocaya baglidir. Ama koca her yönden zayıfsa, hele de o adam iyi ile kötüyü bile ayırt edemiyorsa, hatta kendisi korunmaya bile muhtaçsa, iste o zaman isiniz bir hayli zordur.
Böyle bir kadere mahkum olan bu çocuk gelinin işi çok zordu artık. Hayatta kalması bile bir mucizeydi. Onu satın alan aile, aslında oğullarına gelin getirmekten ziyade, ev işlerini yapacak bir köle düşünmüşlerdi belli ki. Onu getirdiklerinde oğulları dagda koyun güdüyordu. Bu yetim ve istenmeyen kızı köle olarak satın almışlardı. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu döneminde varlikli ailelerin “besleme” yani evlatlık adı altında satın aldıkları, ama aslında köle olarak çalıştırılan çocuklar gibi.
Bu aile öyle çok da varlıklı değil di tabiki. Tüm işler zavallı kız tarafından yapılıyordu. Dağdan odun getirmek, tarlada çalışmak, hayvanları gütmek, ahırda çalışmak, buğday öğütmek için uzaklardaki değirmenlere gidip gelmek. Olurda sıra gelmez buğdayı öğütmeden dönerse dayak da cabası. Değirmenci onun buğdayını öğütmek için en sona bırakır, ondan kurtulup un torbalarıyla karanlıkta eşekle eve dönerken bu defada başkaları yolunu kesip taciz ve tehdit ederlerdi. Evdeki diger eltileri ve kayinvalidesi keyif çatıp çocuk büyütürken, o cogu zaman doğru düzgün karnını bile doyuramadan çalıştırılırdı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de evdekilerden her türlü şiddete maruz kalmıştı. Ve Gidecek hic bir yeri yoktu.
Ama her şeye rağmen yavaş yavaş büyüyüp gelişiyordu. Çok güzel bir genç kadın oldu. Köyün ve civar köylerin erkeklerinin artık daha çok dikkatini cekiyordu. Bununla birlikte hayati biraz daha zorlasacakti. Nitekim hayatını çok zorlaştırıyorlardı da. Hemcinsleri de en az erkekler kadar acımasızdı. Kıskançlıklarından komplekslerine, kendi eksikliklerinden kalplerindeki tüm çirkinliklere kadar bu çaresiz yetim kadının dengesini bozmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir insanın dengesini bozduktan sonra ondan normal davranmasını beklemek kadar absurd bir şey olamaz. Sanki kalbini karartan bu insanlar onun dünyasınıda karartmaya yemin etmişlerdi.
Taciz etmekten, iftira atmaktan, bin türlü tuzaklar kurmaktan, zorbalıktan, gördükleri yerde yolunu kesmekten, tarlasindaki ürünlerine zarar vermekten vazgeçmediler. Ona yaşayacak alan bırakmadılar. Ve en sonunda türlü oyunlar cevirerek onu kötü kadin ilan edip elinden cocuklarini alip yuvaya vermeninde hesaplarını yapmis olduklarini ögrendiginde cocuklarini bir gün ansizin kimseye haber vermeden binbir zorluklarla disiyle tırnağıyla ördüğü-kurduğu evini birakip kacmak zorunda kalmisti.
Geride kalan evine ne mi olmuş? Hayatı ona dar edenlerden birisi el koyup kendi cocuklarini yerleştirmiş.
O evde hemen hemen her gün, evde kimsenin olmadığı izlenimini vermek için geceleri korkudan tüm ışıkları kapatir, tabancasını yastığının altına koyar, penceresiz ve ışıksız bir hücre odasını andıran zifiri karanlıkta, bir yatak, küçük bir tüp, biraz yiyecek ve su koyar, çocuklarını da disaridan gelecek vahşilerden korumak için kendisiyle birlikte bu zindana hapsederdi. Kendisini bu vahşilerden ne kadar koruyabildi bilinmez ama hayatına mal olsa da çocuklarını korumaya çalışir, ne kadar koruyabildiyse artık o kadar.
Ailesi onu o karanlık kuyuya, o hayatın içine attıktan sonra, sanki yaşadığı hayatın suçlusu oymuş gibi ve sanki korunmaya muhtaç o yaşlı,kendinden bir haber adama satılması onun suçuymuş gibi onu davranıyordu.
Onu çocuklarıyla birlikte attıkları kuyunun karanlığında boğmaya çalışirlarken ve adeta üzerinden buldozerle geçerken, kimse onun gerçekte nasıl biri oldugunu, ne yaşadığını, verdiği savaslari, çaresizliğini görmek istemiyordu. Sanki bulaşıcı bir hastalığı varmış gibi başlarını çeviriyorlardi. Sanki gerçek yok oluyordu görmek istemeyince.
Kim bilir, belki de gerçekle yüzleşecek güce sahip değillerdi ve bu yüzden güçlünün yanında olmak zayıfın yanında olmaktan daha kolaydı ve karliydi.
Ama bu örgütlü kötülük hali sadece o küçük kız çocuğunun yaşamını alt üst etmedi, onun hayatı pahasına korumaya çalıştığı çocukları da bundan nasiplenecekti, bu kaçınılmazdı…
Kelebek etkisi gibi. Dünyanın bir ucunda kanat çırpan kelebeğin diğer ucunda dev dalgalar yaratması gibi.
Su .Doğan -Tuğrul